Seher toprağın koynuna emanet ettiğimizde henüz 16 yaşındaydı. Henüz hayatının baharındaydı; ama ölmek için geç bile kalmıştı. 16 yaşında ölmenin geç kalması mı olur? Anlatayım.
Yüzüne baktığınızda 16 yaşında olduğunu anlayamazdınız; yaşını göstermiyordu çünkü. Ama konuşmaları tavırları hep yaşının daha ilerisindeydi olgundu. Kaderin onun çelimsiz omuzlarına hepimizinkinden daha ağır bir yük yüklediğinden habersizdik.
Sınıfın en sessizlerindendi. Bütün sınıfın bile ilgisinin dağıldığı anda bile Seher’in hep sizi dinlediğinden gözlerinin hep öğretmeninde ve tahtada olduğundan emin olabilirdiniz. Birkaç haftada bir ortadan kaybolur 1-2 gün okula gelmezdi. Eğer gelmediği günler yazılı yaptıysam teneffüste beni mutlaka bulur “Hocam ben yazılıya giremedim ne zaman yazılı olayım?” derdi. “Gelmediğin günler için mazeretin raporun var mı Seher?” derdim. Sadece “Var hocam” der başka bir şey söylemezdi. O üç harflik “var” kelimesinin içindeki raporu diş ağrısıyla griple veya öylesine basit bir hastalık ismiyle doldurabilirdiniz. Öyle basit sıradan bir işmiş gibi söylerdi.
Sınıfta ilk dönemin son yazılı sonuçlarını açıklarken “Seher 98” dedim ve sınıfın en iyi notunu alan öğrenciyi tebrik etmek için gözlerim sınıfta dolandı. Seher gelmemişti. Ertesi gün bir sonraki gün… Seher yine gelmedi yakın sıra arkadaşları haberini getirdiler. Ağır hastaydı. Üzerinde pelüş bir ayıcık olan bir defter alındı ve hastaneye hatıra götürmek için arkadaşları öğretmenleri en güzel dileklerini yazmaya giriştiler. Henüz defter bitmemişti ki Seher’in ölüm haberi geldi.
Seher’in nasıl amansız bir hastalığa tutulmuş olduğunu ancak ölümünden sonra öğrendik. Hem annesi hem de babası Akdeniz anemisi hastalığının taşıyıcısıydı. O ise taşıyıcı değil hasta olmuştu. Henüz bebekken teşhis konmuştu; düzenli olarak hastaneye gitmesi kanının yenilenmesi gerekiyordu. Doktorları “sürekli tedavi görmezse kısa zamanda ölecek; ancak çok iyi bakılsa bile 14-15 yaşına kadar yaşayabilir” demişlerdi…
Caminin avlusunu lapa lapa kar doldururken biricik evladını kaybetmiş anneyle beraber bitişikteki çay bahçesinde oturup salâyı dinledik. Kızının hastalığını küçükken öğrendiğinde hayata küsmediğini “liseyi bitirsem yeter” dediğini anlattı. Ancak ecel diplomasını almasına sadece dört ay kala gelmişti. Tıpkı Tirmizi’de geçen bir hadisteki gibi:
“Resûlullah (sas) yere bir çizgi çizdi ve: “Bu insanı temsil eder” buyurdu. Sonra ikinci bir çizgi daha çizerek: “Bu da ecelini temsil eder” buyurdu. Ondan daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra: “Bu da emeldir” dedi ve ilâve etti: “İşte insan daha böyle iken (yani emeline kavuşmadan) ona daha yakın olan (eceli) ansızın geliverir.”
Anne “Seher hastanede koluna kan şişesi bağlıyken bile defterini açar ders çalışırdı. O gün okula gidemediyse hastaneden arkadaşlarını arar aaaaleri işlenen konuları öğrenirdi.” dedi. Sonra uykusuzluktan ve ağlamaktan kızarmış gözlerini gözlerime denk getirdi “Son sınavınızdan 98 almış yüz bekliyordu halbuki…”
O omuzlar üzerinde ilerlerken arkadaşlarının birçoğu belki de hayatlarında ilk kez bir mezarlığa girdi. Melekler tabutun üzerini bembeyaz kar taneleriyle doldururken onlar daha birkaç gün önce yan yana oturdukları arkadaşlarının üzerini toprakla örttüler ellerini açıp dua ettiler onu ebediyet yurduna uğurladılar.
Seher henüz 16 yaşındaydı. Ben öğretmendim o öğrenciydi; ama benim ona öğrettiklerimden daha fazlasını o bana öğretti. Biz 60-70 senelik ömürleri kısa bulurken o doktorların biçtiği 15-16 senelik hayatı bile tevekkülle kabullendi isyan etmedi. Yaşayışıyla bize ders verdi okulun önüne getirildiği tabutunda bile hayatın kısalığını gösterdi. Hepimizin emelleri vardı; üniversite bitirecek evlenecek arabalar evler alacaktık. Ama emellerimizin çizgisine ulaşamadan ölüm son sınırı çizecekti.
alıntı
Yüzüne baktığınızda 16 yaşında olduğunu anlayamazdınız; yaşını göstermiyordu çünkü. Ama konuşmaları tavırları hep yaşının daha ilerisindeydi olgundu. Kaderin onun çelimsiz omuzlarına hepimizinkinden daha ağır bir yük yüklediğinden habersizdik.
Sınıfın en sessizlerindendi. Bütün sınıfın bile ilgisinin dağıldığı anda bile Seher’in hep sizi dinlediğinden gözlerinin hep öğretmeninde ve tahtada olduğundan emin olabilirdiniz. Birkaç haftada bir ortadan kaybolur 1-2 gün okula gelmezdi. Eğer gelmediği günler yazılı yaptıysam teneffüste beni mutlaka bulur “Hocam ben yazılıya giremedim ne zaman yazılı olayım?” derdi. “Gelmediğin günler için mazeretin raporun var mı Seher?” derdim. Sadece “Var hocam” der başka bir şey söylemezdi. O üç harflik “var” kelimesinin içindeki raporu diş ağrısıyla griple veya öylesine basit bir hastalık ismiyle doldurabilirdiniz. Öyle basit sıradan bir işmiş gibi söylerdi.
Sınıfta ilk dönemin son yazılı sonuçlarını açıklarken “Seher 98” dedim ve sınıfın en iyi notunu alan öğrenciyi tebrik etmek için gözlerim sınıfta dolandı. Seher gelmemişti. Ertesi gün bir sonraki gün… Seher yine gelmedi yakın sıra arkadaşları haberini getirdiler. Ağır hastaydı. Üzerinde pelüş bir ayıcık olan bir defter alındı ve hastaneye hatıra götürmek için arkadaşları öğretmenleri en güzel dileklerini yazmaya giriştiler. Henüz defter bitmemişti ki Seher’in ölüm haberi geldi.
Seher’in nasıl amansız bir hastalığa tutulmuş olduğunu ancak ölümünden sonra öğrendik. Hem annesi hem de babası Akdeniz anemisi hastalığının taşıyıcısıydı. O ise taşıyıcı değil hasta olmuştu. Henüz bebekken teşhis konmuştu; düzenli olarak hastaneye gitmesi kanının yenilenmesi gerekiyordu. Doktorları “sürekli tedavi görmezse kısa zamanda ölecek; ancak çok iyi bakılsa bile 14-15 yaşına kadar yaşayabilir” demişlerdi…
Caminin avlusunu lapa lapa kar doldururken biricik evladını kaybetmiş anneyle beraber bitişikteki çay bahçesinde oturup salâyı dinledik. Kızının hastalığını küçükken öğrendiğinde hayata küsmediğini “liseyi bitirsem yeter” dediğini anlattı. Ancak ecel diplomasını almasına sadece dört ay kala gelmişti. Tıpkı Tirmizi’de geçen bir hadisteki gibi:
“Resûlullah (sas) yere bir çizgi çizdi ve: “Bu insanı temsil eder” buyurdu. Sonra ikinci bir çizgi daha çizerek: “Bu da ecelini temsil eder” buyurdu. Ondan daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra: “Bu da emeldir” dedi ve ilâve etti: “İşte insan daha böyle iken (yani emeline kavuşmadan) ona daha yakın olan (eceli) ansızın geliverir.”
Anne “Seher hastanede koluna kan şişesi bağlıyken bile defterini açar ders çalışırdı. O gün okula gidemediyse hastaneden arkadaşlarını arar aaaaleri işlenen konuları öğrenirdi.” dedi. Sonra uykusuzluktan ve ağlamaktan kızarmış gözlerini gözlerime denk getirdi “Son sınavınızdan 98 almış yüz bekliyordu halbuki…”
O omuzlar üzerinde ilerlerken arkadaşlarının birçoğu belki de hayatlarında ilk kez bir mezarlığa girdi. Melekler tabutun üzerini bembeyaz kar taneleriyle doldururken onlar daha birkaç gün önce yan yana oturdukları arkadaşlarının üzerini toprakla örttüler ellerini açıp dua ettiler onu ebediyet yurduna uğurladılar.
Seher henüz 16 yaşındaydı. Ben öğretmendim o öğrenciydi; ama benim ona öğrettiklerimden daha fazlasını o bana öğretti. Biz 60-70 senelik ömürleri kısa bulurken o doktorların biçtiği 15-16 senelik hayatı bile tevekkülle kabullendi isyan etmedi. Yaşayışıyla bize ders verdi okulun önüne getirildiği tabutunda bile hayatın kısalığını gösterdi. Hepimizin emelleri vardı; üniversite bitirecek evlenecek arabalar evler alacaktık. Ama emellerimizin çizgisine ulaşamadan ölüm son sınırı çizecekti.
alıntı