İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u ölümünün 67 yılında rahmetle
anarken, şair ile vefatından önce yapılan son röportaj ortaya çıktı.
İşte Üstat'ın Yedigün dergisinde 1936'da yayımlanan son ropörtajı:
M.Akif TBMM’nin kendisine verdiği 500 liralık büyük ödülü ret ederek
kışın paltosuz bir şekilde vatanına hizmet etmiş gizli
kahramanlarımızdandır. Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun.
Şair Temmuz 1936 yılında Yedigün dergisi adına muhabir –yazar Kandemir
bey Taksim`deki Mısır apartmanında hasta yatağında yatan M.Akif Ersoy’u
ile röportaj yapmak için merdivenlerden çıkarken M.Akif ile vefatından
önceki son röportajı yapacağını bilmez.
69 yıl sonra bu röportajı arşivlerden bulup sizin için tekrar gün yüzene çıkartık.
Türk Edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair
Mehmet Akif vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza
kavuştu.Fakat İstiklal Marşı’nın milli his,milli heyecan ve milli şiir
yaratan bu büyük şairi akif yurda hasta döndü.Şimdi hastanede tedavi
altındadır.Yedigün muharriri Akif’le konuştu.Onun yurttan ayrı yaşadığı
günlerdeki hatıralarını,intibalarını topladı.
Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan
şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda,işte
bembeyaz bir hastane odasının bembeyaz bir yatağında solgun,mecalsiz ve
bitap yatıyor.Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği
bu sapsarı yüze,bu gevşemiş,şarkmış çizgilere bu yorgun ve dalgın
gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini hayat denen efsanenin
sırrını bilmek istiyorum,sonra yavaşça soruyorum
-Özledin mi bizi üstat ?
dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı hiç ses çıkarmasaydı bile,bu zehir gibi gülümseyişiyle her şeyi söylemiş olurdu.
Özlemek mi oğlum..Özlemek mi ?
Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra kesik kesik konuştu;
Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece otuz asır kadar uzun
sürdü..Orada on bir yıl kaldım ..fakat bir an oldu ki, on bir gün daha
kalsaydım çıldırırdım…
-Hasret
Kupkuru dudaklarında kendi gibi solgun bir ses sızıyor;
-….Çok acı…
-Ya kavuşmanın sevinci ?
-Onu sorma oğlum…Onu ben kendi kendime bile soramıyorum..ancak yazık ki
vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm.hiç bir şey göremedim.
-Ve kendi kendine söylüyor;
-Cennet gibi yurdumdayım ya..Çok şükür.
Hastalığı akla geliyor;
Karaciğerim, dalağım şişmiş..geldik, yattık burada .Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?
Eski hatıralarını deşiyorum.Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Ankara istasyonunda karşılaşışımız hatırlıyorum.
Evet diyor.İstanbul’dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün
ayrılmıştım.Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir
köye gittik, oradan’Cuma’yı tuttuk.O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar
vardı, kenarında geçtik, kah öküz arabalarıyla, kah beygirlerle
lefke’ye geldik ve trenle Ankaraya ulaştık..
Ankara Yarabbi ne heyecanlı gün..Ya Sakarya günleri..fakat bir gün bile
ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten başka türlü
çalışabilir miydi ? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz..Fakat imanımız
büyüktü’
Yorgun ,susuyor..
-İstiklal marşı`nı nasıl yazdınız ?
Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor sesi birden canlanıyor;
-Doğacaktır, sana vaat ettiği günler hakkın!...
Bu ümitle, imanla yazılır.O zamanı düşünün..İmanım olmasaydı yazabilir
miydim.zaten ben,başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim.
Bu elimden gelmez.İçimde ne varsa,bütün duygularım yazılarımdadır..Şu
var ki’İstiklal Marşı`nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak
tarihi bir değeri vardır’
Ve gözleri, yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor.
Kim bilir belki yarın,belki yarından da yakın
-Ya büyük zafer üstadım..O anda ne duydunuz ?
Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek;
-Ah diyor;
Ve bir lahza bırakıyor kendini bu essiz sevincin koynuna..Dalıyor
Ve ,sesini ta içiten dudaklarına dökülüşünü seziyorum;
-Allahım ne muazzam zaferdi o’ ortalık hercümerç oldu… Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu. Tekrar gözlerini yumuyor.
-ve biz mest olduk !...
-O zaman bir şey yazmadınız mı ?
-Artık benim ne düşünecek,ne duyacak,ne yazacak hatta ne yaşayacak
takatim kalmıştı… Bizim dilimiz tutulmuştu.Ordu, bizzat yazıyordu.
Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir birde fasıla
veriyorlar.Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir
parça boşaltıyor,şimdi ,o ağır ağrı çorbasını içerken bir yandan da
benimle konuşmak nezaketini gösteriyor;
-Mısırda nasıl vakit geçirdiniz ?
-Kahire’nin yirmi beş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin asude bi köşedir. Orada oturdum.
Zaten,tab’an münzevi bir adamım.gürültüyü sevmem.İstanbul’da iken de
böyle idim. Mısır’da da darülfunun işi çıkıncaya kadar Helvan ‘da
yaşadım.son zamanlarda kahireye indim.
-Sevdiniz mi mısır’ı ?
-Var güzel tarafları var.. Bilhassa kışın..hoş yazın da sıcak
iklimlerde bulunduğum için muzdarip olmazdım.Orada sıcak da sürekli
değişir, evler de ona göre yapılmıştır. En sıcak günlerde odaların
harareti yirmi sekiz, otuzdan fazlaya çıkmaz..fakat bir yaz günü
İstanbul… Bu doğup büyüdüğüm ,büyün dostlarımın yaşadıkları İstanbul,
hele Boğaz gözlerimin önüne gelince…
-Mısır’da neler yazdınız ?
Geçmişten adam hisse kaparmış..Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi ?
Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi ?
Ve üstadın Helvan’sa yazdığı
‘Firavunla Yüz Yüze’s,nden şu son parçayı alıyorum;
Bileydim,ey koca Mısır’ın ilahi uryanı!
Mezara, heykele ait bütün bu velveleler
Bekan için mi hakikat ? Meramın oysa, heder;
Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli
Fakat bu hakı ne taştan, ne leşten istemeli!
-Kolay mı yazarsınız ?
dudaklarına götürdüğü bardağı yana çekerek;
-hayır..diyor
Ve suyunu içtikten sonra, devam ediyor;
-Çok uğraşırım..Epeyi çalışırım..Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim..nihayet kağıt üzerine naklederken de hayli yorulurum..
-zevklerinizi sorabilir miyim üstadım ?
Hafifçe gülümsüyor.ve ‘ zevk’ diye dünyada bir şey var mı der gibi yüzüme bakıyor;
-Zevk mi.Benim zevklerim mi ? eğer sevdiği eserleri okumak, hoşlandığı
mevzuları yazmak için uğraşmak, nihayet düşünmek, yapayalnız, bir
köşeye çekilerek, sessiz sedasız düşünmek bir zevkse..eh benim de
zevklerim var demektir.
Çorbasından başka bir şeye el sürmeyen şaire, hastabakıcı hemşire, yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor.;
Siz yorulmayın..ben vereyim.
-Yiyemeyeceğim..
-Bir parça sütlaç..
-Mümkün değil..Rica ederim ısrar etmeyin..
ve bana dönüyor.
Eskiden beri yemekle başım hoş değildir..Sigara da içmem..
Şimdi doktorlar zorla ye deyip duruyorlar..zorla ne olur ki, yemek yenebilsin.
Tekrar yatağına geçince, ben de vedaya hazırlanıyorum.ve ayak üstünde soruyorum:
-Neler yazacaksınız?
-biraz kendime gelirsem,yazacak şeylerim hazır..
eliyle birkaç defa başına vuruyor.
-Var kafamda hazırlanmış mevzularım
-Ya en son yazınız ?
-Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi. Güneşli bir hava idi
gölgem de upuzun,kumlarda duruyordu.Bu resmin altına şöyle yazmıştım;
Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok
Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak
Postu sermekse meramın yola, serdirmezler
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak
Ve kupkuru kalın dudaklar birbirine yapışıyor…
anarken, şair ile vefatından önce yapılan son röportaj ortaya çıktı.
İşte Üstat'ın Yedigün dergisinde 1936'da yayımlanan son ropörtajı:
M.Akif TBMM’nin kendisine verdiği 500 liralık büyük ödülü ret ederek
kışın paltosuz bir şekilde vatanına hizmet etmiş gizli
kahramanlarımızdandır. Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun.
Şair Temmuz 1936 yılında Yedigün dergisi adına muhabir –yazar Kandemir
bey Taksim`deki Mısır apartmanında hasta yatağında yatan M.Akif Ersoy’u
ile röportaj yapmak için merdivenlerden çıkarken M.Akif ile vefatından
önceki son röportajı yapacağını bilmez.
69 yıl sonra bu röportajı arşivlerden bulup sizin için tekrar gün yüzene çıkartık.
Türk Edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair
Mehmet Akif vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza
kavuştu.Fakat İstiklal Marşı’nın milli his,milli heyecan ve milli şiir
yaratan bu büyük şairi akif yurda hasta döndü.Şimdi hastanede tedavi
altındadır.Yedigün muharriri Akif’le konuştu.Onun yurttan ayrı yaşadığı
günlerdeki hatıralarını,intibalarını topladı.
Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan
şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda,işte
bembeyaz bir hastane odasının bembeyaz bir yatağında solgun,mecalsiz ve
bitap yatıyor.Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği
bu sapsarı yüze,bu gevşemiş,şarkmış çizgilere bu yorgun ve dalgın
gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini hayat denen efsanenin
sırrını bilmek istiyorum,sonra yavaşça soruyorum
-Özledin mi bizi üstat ?
dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı hiç ses çıkarmasaydı bile,bu zehir gibi gülümseyişiyle her şeyi söylemiş olurdu.
Özlemek mi oğlum..Özlemek mi ?
Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra kesik kesik konuştu;
Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece otuz asır kadar uzun
sürdü..Orada on bir yıl kaldım ..fakat bir an oldu ki, on bir gün daha
kalsaydım çıldırırdım…
-Hasret
Kupkuru dudaklarında kendi gibi solgun bir ses sızıyor;
-….Çok acı…
-Ya kavuşmanın sevinci ?
-Onu sorma oğlum…Onu ben kendi kendime bile soramıyorum..ancak yazık ki
vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm.hiç bir şey göremedim.
-Ve kendi kendine söylüyor;
-Cennet gibi yurdumdayım ya..Çok şükür.
Hastalığı akla geliyor;
Karaciğerim, dalağım şişmiş..geldik, yattık burada .Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?
Eski hatıralarını deşiyorum.Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Ankara istasyonunda karşılaşışımız hatırlıyorum.
Evet diyor.İstanbul’dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün
ayrılmıştım.Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir
köye gittik, oradan’Cuma’yı tuttuk.O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar
vardı, kenarında geçtik, kah öküz arabalarıyla, kah beygirlerle
lefke’ye geldik ve trenle Ankaraya ulaştık..
Ankara Yarabbi ne heyecanlı gün..Ya Sakarya günleri..fakat bir gün bile
ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten başka türlü
çalışabilir miydi ? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz..Fakat imanımız
büyüktü’
Yorgun ,susuyor..
-İstiklal marşı`nı nasıl yazdınız ?
Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor sesi birden canlanıyor;
-Doğacaktır, sana vaat ettiği günler hakkın!...
Bu ümitle, imanla yazılır.O zamanı düşünün..İmanım olmasaydı yazabilir
miydim.zaten ben,başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim.
Bu elimden gelmez.İçimde ne varsa,bütün duygularım yazılarımdadır..Şu
var ki’İstiklal Marşı`nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak
tarihi bir değeri vardır’
Ve gözleri, yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor.
Kim bilir belki yarın,belki yarından da yakın
-Ya büyük zafer üstadım..O anda ne duydunuz ?
Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek;
-Ah diyor;
Ve bir lahza bırakıyor kendini bu essiz sevincin koynuna..Dalıyor
Ve ,sesini ta içiten dudaklarına dökülüşünü seziyorum;
-Allahım ne muazzam zaferdi o’ ortalık hercümerç oldu… Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu. Tekrar gözlerini yumuyor.
-ve biz mest olduk !...
-O zaman bir şey yazmadınız mı ?
-Artık benim ne düşünecek,ne duyacak,ne yazacak hatta ne yaşayacak
takatim kalmıştı… Bizim dilimiz tutulmuştu.Ordu, bizzat yazıyordu.
Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir birde fasıla
veriyorlar.Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir
parça boşaltıyor,şimdi ,o ağır ağrı çorbasını içerken bir yandan da
benimle konuşmak nezaketini gösteriyor;
-Mısırda nasıl vakit geçirdiniz ?
-Kahire’nin yirmi beş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin asude bi köşedir. Orada oturdum.
Zaten,tab’an münzevi bir adamım.gürültüyü sevmem.İstanbul’da iken de
böyle idim. Mısır’da da darülfunun işi çıkıncaya kadar Helvan ‘da
yaşadım.son zamanlarda kahireye indim.
-Sevdiniz mi mısır’ı ?
-Var güzel tarafları var.. Bilhassa kışın..hoş yazın da sıcak
iklimlerde bulunduğum için muzdarip olmazdım.Orada sıcak da sürekli
değişir, evler de ona göre yapılmıştır. En sıcak günlerde odaların
harareti yirmi sekiz, otuzdan fazlaya çıkmaz..fakat bir yaz günü
İstanbul… Bu doğup büyüdüğüm ,büyün dostlarımın yaşadıkları İstanbul,
hele Boğaz gözlerimin önüne gelince…
-Mısır’da neler yazdınız ?
Geçmişten adam hisse kaparmış..Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi ?
Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi ?
Ve üstadın Helvan’sa yazdığı
‘Firavunla Yüz Yüze’s,nden şu son parçayı alıyorum;
Bileydim,ey koca Mısır’ın ilahi uryanı!
Mezara, heykele ait bütün bu velveleler
Bekan için mi hakikat ? Meramın oysa, heder;
Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli
Fakat bu hakı ne taştan, ne leşten istemeli!
-Kolay mı yazarsınız ?
dudaklarına götürdüğü bardağı yana çekerek;
-hayır..diyor
Ve suyunu içtikten sonra, devam ediyor;
-Çok uğraşırım..Epeyi çalışırım..Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim..nihayet kağıt üzerine naklederken de hayli yorulurum..
-zevklerinizi sorabilir miyim üstadım ?
Hafifçe gülümsüyor.ve ‘ zevk’ diye dünyada bir şey var mı der gibi yüzüme bakıyor;
-Zevk mi.Benim zevklerim mi ? eğer sevdiği eserleri okumak, hoşlandığı
mevzuları yazmak için uğraşmak, nihayet düşünmek, yapayalnız, bir
köşeye çekilerek, sessiz sedasız düşünmek bir zevkse..eh benim de
zevklerim var demektir.
Çorbasından başka bir şeye el sürmeyen şaire, hastabakıcı hemşire, yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor.;
Siz yorulmayın..ben vereyim.
-Yiyemeyeceğim..
-Bir parça sütlaç..
-Mümkün değil..Rica ederim ısrar etmeyin..
ve bana dönüyor.
Eskiden beri yemekle başım hoş değildir..Sigara da içmem..
Şimdi doktorlar zorla ye deyip duruyorlar..zorla ne olur ki, yemek yenebilsin.
Tekrar yatağına geçince, ben de vedaya hazırlanıyorum.ve ayak üstünde soruyorum:
-Neler yazacaksınız?
-biraz kendime gelirsem,yazacak şeylerim hazır..
eliyle birkaç defa başına vuruyor.
-Var kafamda hazırlanmış mevzularım
-Ya en son yazınız ?
-Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi. Güneşli bir hava idi
gölgem de upuzun,kumlarda duruyordu.Bu resmin altına şöyle yazmıştım;
Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok
Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak
Postu sermekse meramın yola, serdirmezler
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak
Ve kupkuru kalın dudaklar birbirine yapışıyor…