Uyku nedir?
Uyku insan hayatında sırrı tam olarak çözülememiş enteresan bir
olaydır. Uykunun nasıl olduğunu bir bakıma hepimiz biliriz. Uyuyan bir
insanda aşağıdaki durumlar gözlemlenir;
•Yatarak uyur. •Gözleri kapalıdır.
•Çok yüksek bir ses olmadıkça, hiçbir şeyi işitmez. •Daha yavaş ve
ritmik olarak nefes alır. •Adaleler tamamen gevşemiştir. (Eğer bir
koltukta otururken uyumuşsanız, derin uykuda koltuktan düşebilirsiniz.)
•Bir veya iki saatte bir kendi vücudunu elleri ile kontrol eder.
Bunlara ilave olarak kalp atışı yavaşlar ve beyinde rüya denilen çok
ilginç olaylar oluşur. Diğer bir deyişle uyuyan insan çevresinde oluşan
şeylerin çoğuna ilgisizdir. Uyuyan bir insan ile komada olan bir hasta
arasındaki en önemli fark, uykuda olanın yeterli bir dış müdahale ile
uyandırılabilmesidir.
Vahşi doğada yaşayan hayvanlar için bu düzgün ve etrafa ilgisiz,
yaklaşık sekiz saatlik uyuma periyodu pek mümkün görünmemekte, bu
durumun insanın evrimi süresince oluştuğu sanılmaktadır.
Sürüngenler, kuşlar ve memeliler hepsi uyurlar. Onlar da uykularında
kısa süreler için de olsa çevreleri ile ilişkilerini keserler. Bazı
balıkların ve kurbağa gibi hem suda, hem de karada yaşayanların da
belirli sürelerde aktivitelerini yavaşlattıkları, fakat hiçbir zaman
çevre ile ilgilerini kesmedikleri biliniyor. Böceklerin ise uyuyup
uyumadıkları bilinmiyor, ancak onların da bazıları gece, bazıları
gündüz hareketsiz kalıyor.
Beyin dalgaları üzerine yapılan çalışmalar sonucu, sürüngenlerin rüya
görmedikleri, kuşların çok az, memelilerin ise hepsinin uykularında
rüya gördükleri saptanmıştır. İlginç olan noktalardan biri şu ki,
inekler ayakta uyurken değil de, yatarken rüya görebilmektedirler.
Hayvanların uyku süreçleri de farklıdır. Örneğin insan bir kere ve uzun
süre uyurken, köpekler kısa aralıklarla bütün gün uyurlar. Hayvanların
bazıları uyku için geceyi tercih ederken, bazıları gündüzü tercih eder.
İnsanların uyku ihtiyacı yaşlandıkça azalır. Yeni doğmuş bir bebeğin
uyku ihtiyacı günde 20 saat iken, dört yaşında 12 saate, on sekiz
yaşında 10 saate düşer. Yetişkinler uyku için 7-9 saate ihtiyaç
duyarlar ama, genelde 6 saat yeterlidir.
Vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Vücudumuzun ısısını korumasına kış aylarında üzerimize giysiler giyerek
biz yardımcı oluyoruz ama sıcak yaz aylarında üzerimizde çıkaracak bir
şey kalmayınca vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Sıcak yaz aylarında vücudumuz ısısını terleme yolu ile koruyor ve
ayarlıyor. Beynimizde terlemeyi düzenleyen özel bir bez var. Adı da
'hipotalamus'. Ayrıca derimizin altında yumak görünümlü 2 milyon ter
bezi ve bu bezlerin her santimetrekaresinde 400 ince kanal var.
Çevre ısısının artması ile beyin, ciltteki ter bezlerini uyarır. Bu ter
bezleri de ince kanallar vasıtası ile, deri üzerine gözle görülemeyecek
kadar az bir sıvı salgılarlar. Cilt üzerine çıkan bu sıvı buharlaşırken
vücudun ısısını da alır. Aynen esen bir akşam rüzgarından, serinletici
bir fandan veya kapı önüne dökülen bir sudan sonra duyulan serinlik
hissi gibi cilt soğur.
Gözle görülen ve görülmeyen olmak üzere iki çeşit terleme vardır. Nefes
verirken bile terleriz. Bu arada çıkan su buharı gözle görülmez. Diğeri
de yüzümüzde, ensemizde ve özellikle koltuk altlarımızda yoğun olarak
bulunan ter bezlerinin salgıları sonucu oluşan terlemelerdir. Böylece
vücudumuzun bir şekilde soğuması sağlanmış olur.
Aynı çevre ısısında bazıları rahatsız olur ve aşırı terlerken, bazıları
da bir rahatsızlık belirtisi göstermez, hallerinden memnun otururlar.
Kimileri sıcak yaz günlerini severken, kimileri de kapalı, puslu kış
günlerini sever. Peki, bunun tıbbi bir açıklaması var mıdır acaba?
Tıbbi değilse bile basit bir açıklaması vardır. Her insanın vücut
ısısı, daha doğrusu önceden ayarlanmış ortalama vücut ısısı aynı
değildir. Vücudu 36 dereceye ayarlanmış bir insan, 38 dereceye
ayarlanmış bir insana göre, çevresindeki sıcaklık yükselmelerine daha
hassastır.
Terleme ve dolaşım sistemlerinin termostat düğmesi daha düşük
derecelere ayarlanmış insanlar, düşük çevre sıcaklıklarında kendilerini
daha rahat hissederler.
Alkolün ne kadarı trafikte zararlıdır?
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testinden ağza atılacak bir
şekerle veya sakızla kurtulmak mümkün değildir. Alkol aldığımızda veya
sarımsak, soğan benzeri keskin kokulu yiyecekleri yediğimizde nefesimiz
kokar. İstediğimiz kadar ağzımızı yıkayalım, dişlerimizi fırçalayalım,
şeker yiyelim veya sakız çiğneyelim, fark etmez bu kokuyu tam olarak
gideremeyiz.
Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaşan alkol, ağızda dişlerin
arasında kalan yiyecekler değildir. Onlar ağzın yıkanması ile
giderilebilir. Bu kokular mideden de gelmez, çünkü yiyecek gitmediği
zamanlarda yemek borusunun ucu hep kapalıdır. Tüm bu alkol ve kokulu
yiyeceklerin molekülleri midedeki hazım sırasında mide duvarından
geçerek kana karışır. Böylece akciğerlere ulaşarak nefesle beraber
çevreye yayılırlar.
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde, nefesteki
dolayısıyla kandaki alkol miktarı ölçülür. Cihaza üflemeyle dışarı
verilen havanın 2.000 santimetreküpü kanda bulunan alkol miktarını
gösterir. Bu oran, alınan alkol miktarının kişinin ağırlığına bölünmesi
ve erkeklerde 0.7, kadınlarda ise 0.6 katsayısının çarpılması ile
hesaplanabilir.
Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni, aynı vücut ölçüleri ve yağ
oranlarına sahip bir kadın ve erkek üzerinde yapılan deneylerde, her ne
kadar alkolün yüzde 20'si midede, yüzde 80'i ince bağırsaklarda kana
karışsa da, kadınlarda alkolün midede daha az parçalanarak kana karışım
oranının yüzde 30 daha fazla olması, kadınların daha çabuk sarhoş
olmaları ve sarhoşluğun daha uzun sürmesinin gözlemlenmesidir.
Bir kadeh sek rakı veya iki bardak şarap kanda 40 gram alkol bulunması
anlamına gelir. Böyle bir doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte
40((75XO,7)=0.76 gr/litre sonucunu verir ki, trafikteki yasal limiti
aşar.
Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu
olur, çünkü hesaba göre kanında 40( (60X0,6)=1.1 grAitre alkol çıkar.
İnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 0,5 gramı geçtikten sonra
refleksler yavaşlar, sürücü bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi
kazalara yol açar
Banyodan sonra ellerimiz neden buruşur?
Bütün vücudumuz, bir kısmı gözle görülebilen, büyük bir kısmı da ancak
dikkatli bakınca fark edilen kıl ve tüylerle kaplıdır. Bu tüy ve
kılların dibinde 'sebum' adı verilen yağ bezleri vardır. Bunların
çıkardığı yağ, su geçirmez keratin bir tabaka oluşturur ve suyun
derimizden içeri girmesini önleyerek derimizi yumuşak tutar.
Belki de en çok kullanılan yerler olmaları nedeni ile vücudumuzda
sadece parmak uçlarımız ve tabanlarımızda kıl veya tüy yoktur. Dolayısı
ile koruyucu keratin tabaka da yoktur. Ayrıca parmaklarımızın uçları ve
ayaklarımızın tabanları kalın bir deri tabakası ile kaplanmıştır.
Parmaklarımızın uçları ve tabanlarımız suyun altında belli bir süre
kalıp iyice ıslanırsa, osmos denilen daha sulu bir maddenin daha koyu
bir maddenin içine girişi sonucunda derimizin altına su girer ve bu su
burada kendine yer bulmak ister. Ancak buradaki kalın derimizin
genleşerek bu suya ayırabileceği fazla yeri olmadığı için, aynen yazın
çok sıcak havalarda yollardaki asfaltlarda olduğu gibi eğilir, bükülür
yani büzüşür.
Jet-lag olayı nedir?
Bütün hayvanların vücutlarının, uyuma, vücut ısısı, üreme zamanı gibi
periyodik fonksiyonlarını kontrol eden biyolojik bir iç saatleri
vardır. Bu iç saatlerin çoğu, kendi fonksiyonları için kendi zaman
dilimlerinde çalışır, ancak ışık ve sıcaklık gibi dış etkenlerden de
etkilenir.
Eğer İstanbul'dan Newyork'a uçarsanız, sizin vücut saatiniz hala
İstanbul'a ayarlıdır. Örneğin İstanbul'dan saat 12:00'de havalanır, 8
saatlik bir uçuştan sonra Newyork'a varırsanız, vücut saatiniz
20:00'dedir ama Newyork saat 13:00'ü yaşamaktadır. Vücudunuzun saati
ortama göre 7 saat ileridedir. Karnınız acıkacak, biraz sonra uykunuz
gelecektir ama, akşam olmasına bile daha 7-8 saat vardır.
İşte bu olaya jet-lag denilir. 'Lag'in İngilizce'de anlamı geri kalma, gecikmedir. Bu durumda uçuştan sonra insanda yorgun-
80
luk duyulmakta, özellikle okuma, araba kullanma ve iş görüşmeleri gibi
konularda motivasyon ve konsantrasyon eksikliği görülmektedir.
Dünya dönüşünü 24 saatte tamamladığından, dünya yüzeyi kuzeyden güneye
her biri l saatlik 24 zaman bölgesine bölünmüştür. Örneğin İstanbul ile
Newyork arasında 7 zaman bölgesi vardır ve aynı anda İstanbul'da saat
14:00 iken, Newyork'ta sabah 07:00'dir.
NASA'ya göre insan vücudunun biyolojik saatinin her bir zaman
bölgesine, yani bir saatlik bir zaman değişimine alışması bir gün
almaktadır. Bu durumda İstanbul'dan NewYork'a gidince vücut kendini
ancak 7 gün sonra adapte edebilmektedir. Jet-lag olayı uçma mesafesine
değil, kaç zaman bölgesinden geçtiğinize bağlıdır. Aynı mesafe, aynı
zaman bölgesinde kuzey-gü-ney mesafesinde gidilince jet-lag olayı
görülmemektedir.
Jet-lag olayının doğuya doğru mu, yoksa batıya doğru mu seyahatte daha
çok görüldüğü tartışma konusudur. Şüphesiz bu insanların çoğunluğunun
yapısına ve yaşam düzeyine bağlıdır. Yapılan anketler sonucunda,
çoğunluğun doğuya doğru yapılan uçuşlarda daha çok rahatsız olduğu,
insanın vücut saatini hızlandırmada, yavaşlatmaya göre daha fazla
zorlandığı görülmektedir. Küçük çocukların pek etkilenmediği jet-lag
olayından en çok etkilenenler ise günlük yaşantısı düzenli ve rutin
işler yaparak yaşayanlardır. Uçaktaki havanın kuru olması, seyahat
süresince hareketin kısıtlı olması, içki içilmesi, yeterli sıvı içecek
alınamaması, farklı iklimde farklı yemekler, insanlarda jet-lag'a karşı
direnç kırıcı diğer etkenlerdir.
Aynı anne ve babanın çocukları neden farklı oluyor?
Çocukların oluşumunu anne ve babadan aldıkları kromozomlar
belirtiyorsa, her insanda bir set kromozom varsa ve de bu kromozomlar
zamanla değişmiyorsa, aynı anne ve babadan olan çocukların da
birbirinin aynı olması gerekmez mi? Üreme konusunda tabiat müthiş
şaşırtıcıdır. Tabiatta çocukların oluşumu ile ilgili özel bir sistem
dizayn edilmiştir.
Son yılların gözde konusu DNA ile ilgili olarak gazetelerde ve
dergilerde çizilen resimlerden belki dikkatinizi çekmiştir. Kadın veya
erkek olsun her insanın bir set kromozomu vardır ve her kromozom
birleştikleri zaman 'X' harfini oluşturan iki parçadan ibarettir. Bu
ikili DNA'nın birbirine sıkıca sarılmış iki koludur. Bir insanın
kromozomunun, bu iki yakasından biri anneden, diğeri de babasından
gelir. Ortadan 'X' şeklinde bağlı bu yeni kromozomun her iki yarısı da
komple bir gen setini taşır.
Sperm, yumurta ile birleşerek yeni bir insanın oluşumunu sağlar. Sperm
yeni bebeğin kromozomunun bir yarısını taşır, yumurta diğerini. Esas
soru şudur: Sperm ve yumurtadaki DNA nereden gelmektedir? Babadaki her
hücre, birbirinin tamamen aynı 'X' şeklindeki kromozomları taşır. Anne
için de bu aynıdır. Baba ile annenin kromozomları da kendi anne ve
babalarının kromozomlarından gelmiştir. Ama hangi yarısı gelmiştir?
İşte doğanın müthiş düzeninin ipucu da buradadır.
Babada sperm hücreleri oluşurken, kendi anne ve babasının
kromozomlarının birer yarısını rasgele, yani bir kurala bağlı olmadan
alır. Annenin yumurtalarında da aynı şey olunca, doğan her çocuk dört
kişinin, yani anneanne, babaanne ve her iki dedesinin (dolayısıyla
onların da ebeveynlerinin) genlerinin rasgele karıştırılmış şeklinden
oluşur ve her çocuk farklı fiziksel ve psikolojik özellikler gösterir.
Kanımız kırmızı iken damarlarımız neden mavi?
Yaşamımızın sürebilmesi için vücudumuzdaki her bir hücrenin oksijene
ihtiyacı vardır. Hücrelerimize oksijeni kanımız taşır. Kanımız oksijeni
havadan aldığımız nefesin sonucunda akciğerlerimizden alır ve
vücudumuzun her bir noktasına ulaştırır. Bu noktalarda oksijeni
hücrelere devreden kanımız, kalp tarafından emilerek tekrar oksijen
depolayabilmesi için akciğerlerimize pompalanır ve çevrim böyle devam
eder.
Kanımızın içinde oksijen moleküllerini tutup, damarlarda taşıyarak,
hedefe ulaşıldığında bırakan özel bir molekül vardır. Kırmızı kan
hücrelerini, yani alyuvarları çevreleyen ve aslında demir içeren bir
protein olan hemoglobin, oksijenle birleşerek bilinen parlak kan
rengini oluşturur.
Kanımız hücrelerde oksijeni terk edip, karbondioksiti alıp geri
dönerken yani toplardamarlarımızda iken rengi koyu kırmızı hatta biraz
mora yakındır. Damarlarımızın çeperleri ve kan hücreleri renksiz
olduklarından, kanın rengini veya renginin tonunu içinde oksijen olup
olmaması tayin eder.
Damarlarımızın mavi renkte görünmesi, vücudumuza gelen ışığın bir
kısmının derimizde emilmesi, bir kısmının da yansıtılması ile
ilgilidir. Derimizde mavi renk gibi yüksek enerjiye sahip dalga
boyundaki ışıklar daha çok yansıtılıp gözümüze geldiği için
damarlarımız mavi renkte görülür.
Vücudumuzda gördüğümüz damarların hemen hemen tümüne yakını daha koyu
renkli kanı taşıyan toplardamarlardır. Atardamarlarda kalp tarafından
pompalanan kanın vücudun her yerine süratle ulaşabilmesi için basınç
yüksektir. Toplardamarlarda ise kanın basıncı düşük, hızı da daha
yavaştır.
Herhangi bir atardamar kesildiğinde kan daha hızlı dışarı çıkar, kan
kaybı süratli ve çok olur. Hayati tehlike yaratır. Bu tehlikeye karşı
atardamarlarımız daha kalın çeperli yapılmış ve derimizin altında daha
derinlere yerleştirilmişlerdir. Bir kaza veya ameliyat olmadıkça
atardamarlarımızı pek göremezsiniz.
Bu nedenle derimizde gördüğümüz damarların çoğu, et kalınlığı az olduğu
için içindeki kanın rengini daha çok yansıtan ve deriye daha yakın olan
toplardamarlardır. Tabii ki bu durum toplardamarlar kesildiğinde kanın
koyu kırmızı veya mor renkte akacağı anlamına gelmez. Kesilme yerinden
akan kan derhal hava ile temas edip, ondaki zengin oksijeni alır ve
rengi yine bilinen kan rengine dönüşür.
Uyku insan hayatında sırrı tam olarak çözülememiş enteresan bir
olaydır. Uykunun nasıl olduğunu bir bakıma hepimiz biliriz. Uyuyan bir
insanda aşağıdaki durumlar gözlemlenir;
•Yatarak uyur. •Gözleri kapalıdır.
•Çok yüksek bir ses olmadıkça, hiçbir şeyi işitmez. •Daha yavaş ve
ritmik olarak nefes alır. •Adaleler tamamen gevşemiştir. (Eğer bir
koltukta otururken uyumuşsanız, derin uykuda koltuktan düşebilirsiniz.)
•Bir veya iki saatte bir kendi vücudunu elleri ile kontrol eder.
Bunlara ilave olarak kalp atışı yavaşlar ve beyinde rüya denilen çok
ilginç olaylar oluşur. Diğer bir deyişle uyuyan insan çevresinde oluşan
şeylerin çoğuna ilgisizdir. Uyuyan bir insan ile komada olan bir hasta
arasındaki en önemli fark, uykuda olanın yeterli bir dış müdahale ile
uyandırılabilmesidir.
Vahşi doğada yaşayan hayvanlar için bu düzgün ve etrafa ilgisiz,
yaklaşık sekiz saatlik uyuma periyodu pek mümkün görünmemekte, bu
durumun insanın evrimi süresince oluştuğu sanılmaktadır.
Sürüngenler, kuşlar ve memeliler hepsi uyurlar. Onlar da uykularında
kısa süreler için de olsa çevreleri ile ilişkilerini keserler. Bazı
balıkların ve kurbağa gibi hem suda, hem de karada yaşayanların da
belirli sürelerde aktivitelerini yavaşlattıkları, fakat hiçbir zaman
çevre ile ilgilerini kesmedikleri biliniyor. Böceklerin ise uyuyup
uyumadıkları bilinmiyor, ancak onların da bazıları gece, bazıları
gündüz hareketsiz kalıyor.
Beyin dalgaları üzerine yapılan çalışmalar sonucu, sürüngenlerin rüya
görmedikleri, kuşların çok az, memelilerin ise hepsinin uykularında
rüya gördükleri saptanmıştır. İlginç olan noktalardan biri şu ki,
inekler ayakta uyurken değil de, yatarken rüya görebilmektedirler.
Hayvanların uyku süreçleri de farklıdır. Örneğin insan bir kere ve uzun
süre uyurken, köpekler kısa aralıklarla bütün gün uyurlar. Hayvanların
bazıları uyku için geceyi tercih ederken, bazıları gündüzü tercih eder.
İnsanların uyku ihtiyacı yaşlandıkça azalır. Yeni doğmuş bir bebeğin
uyku ihtiyacı günde 20 saat iken, dört yaşında 12 saate, on sekiz
yaşında 10 saate düşer. Yetişkinler uyku için 7-9 saate ihtiyaç
duyarlar ama, genelde 6 saat yeterlidir.
Vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Vücudumuzun ısısını korumasına kış aylarında üzerimize giysiler giyerek
biz yardımcı oluyoruz ama sıcak yaz aylarında üzerimizde çıkaracak bir
şey kalmayınca vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Sıcak yaz aylarında vücudumuz ısısını terleme yolu ile koruyor ve
ayarlıyor. Beynimizde terlemeyi düzenleyen özel bir bez var. Adı da
'hipotalamus'. Ayrıca derimizin altında yumak görünümlü 2 milyon ter
bezi ve bu bezlerin her santimetrekaresinde 400 ince kanal var.
Çevre ısısının artması ile beyin, ciltteki ter bezlerini uyarır. Bu ter
bezleri de ince kanallar vasıtası ile, deri üzerine gözle görülemeyecek
kadar az bir sıvı salgılarlar. Cilt üzerine çıkan bu sıvı buharlaşırken
vücudun ısısını da alır. Aynen esen bir akşam rüzgarından, serinletici
bir fandan veya kapı önüne dökülen bir sudan sonra duyulan serinlik
hissi gibi cilt soğur.
Gözle görülen ve görülmeyen olmak üzere iki çeşit terleme vardır. Nefes
verirken bile terleriz. Bu arada çıkan su buharı gözle görülmez. Diğeri
de yüzümüzde, ensemizde ve özellikle koltuk altlarımızda yoğun olarak
bulunan ter bezlerinin salgıları sonucu oluşan terlemelerdir. Böylece
vücudumuzun bir şekilde soğuması sağlanmış olur.
Aynı çevre ısısında bazıları rahatsız olur ve aşırı terlerken, bazıları
da bir rahatsızlık belirtisi göstermez, hallerinden memnun otururlar.
Kimileri sıcak yaz günlerini severken, kimileri de kapalı, puslu kış
günlerini sever. Peki, bunun tıbbi bir açıklaması var mıdır acaba?
Tıbbi değilse bile basit bir açıklaması vardır. Her insanın vücut
ısısı, daha doğrusu önceden ayarlanmış ortalama vücut ısısı aynı
değildir. Vücudu 36 dereceye ayarlanmış bir insan, 38 dereceye
ayarlanmış bir insana göre, çevresindeki sıcaklık yükselmelerine daha
hassastır.
Terleme ve dolaşım sistemlerinin termostat düğmesi daha düşük
derecelere ayarlanmış insanlar, düşük çevre sıcaklıklarında kendilerini
daha rahat hissederler.
Alkolün ne kadarı trafikte zararlıdır?
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testinden ağza atılacak bir
şekerle veya sakızla kurtulmak mümkün değildir. Alkol aldığımızda veya
sarımsak, soğan benzeri keskin kokulu yiyecekleri yediğimizde nefesimiz
kokar. İstediğimiz kadar ağzımızı yıkayalım, dişlerimizi fırçalayalım,
şeker yiyelim veya sakız çiğneyelim, fark etmez bu kokuyu tam olarak
gideremeyiz.
Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaşan alkol, ağızda dişlerin
arasında kalan yiyecekler değildir. Onlar ağzın yıkanması ile
giderilebilir. Bu kokular mideden de gelmez, çünkü yiyecek gitmediği
zamanlarda yemek borusunun ucu hep kapalıdır. Tüm bu alkol ve kokulu
yiyeceklerin molekülleri midedeki hazım sırasında mide duvarından
geçerek kana karışır. Böylece akciğerlere ulaşarak nefesle beraber
çevreye yayılırlar.
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde, nefesteki
dolayısıyla kandaki alkol miktarı ölçülür. Cihaza üflemeyle dışarı
verilen havanın 2.000 santimetreküpü kanda bulunan alkol miktarını
gösterir. Bu oran, alınan alkol miktarının kişinin ağırlığına bölünmesi
ve erkeklerde 0.7, kadınlarda ise 0.6 katsayısının çarpılması ile
hesaplanabilir.
Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni, aynı vücut ölçüleri ve yağ
oranlarına sahip bir kadın ve erkek üzerinde yapılan deneylerde, her ne
kadar alkolün yüzde 20'si midede, yüzde 80'i ince bağırsaklarda kana
karışsa da, kadınlarda alkolün midede daha az parçalanarak kana karışım
oranının yüzde 30 daha fazla olması, kadınların daha çabuk sarhoş
olmaları ve sarhoşluğun daha uzun sürmesinin gözlemlenmesidir.
Bir kadeh sek rakı veya iki bardak şarap kanda 40 gram alkol bulunması
anlamına gelir. Böyle bir doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte
40((75XO,7)=0.76 gr/litre sonucunu verir ki, trafikteki yasal limiti
aşar.
Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu
olur, çünkü hesaba göre kanında 40( (60X0,6)=1.1 grAitre alkol çıkar.
İnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 0,5 gramı geçtikten sonra
refleksler yavaşlar, sürücü bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi
kazalara yol açar
Banyodan sonra ellerimiz neden buruşur?
Bütün vücudumuz, bir kısmı gözle görülebilen, büyük bir kısmı da ancak
dikkatli bakınca fark edilen kıl ve tüylerle kaplıdır. Bu tüy ve
kılların dibinde 'sebum' adı verilen yağ bezleri vardır. Bunların
çıkardığı yağ, su geçirmez keratin bir tabaka oluşturur ve suyun
derimizden içeri girmesini önleyerek derimizi yumuşak tutar.
Belki de en çok kullanılan yerler olmaları nedeni ile vücudumuzda
sadece parmak uçlarımız ve tabanlarımızda kıl veya tüy yoktur. Dolayısı
ile koruyucu keratin tabaka da yoktur. Ayrıca parmaklarımızın uçları ve
ayaklarımızın tabanları kalın bir deri tabakası ile kaplanmıştır.
Parmaklarımızın uçları ve tabanlarımız suyun altında belli bir süre
kalıp iyice ıslanırsa, osmos denilen daha sulu bir maddenin daha koyu
bir maddenin içine girişi sonucunda derimizin altına su girer ve bu su
burada kendine yer bulmak ister. Ancak buradaki kalın derimizin
genleşerek bu suya ayırabileceği fazla yeri olmadığı için, aynen yazın
çok sıcak havalarda yollardaki asfaltlarda olduğu gibi eğilir, bükülür
yani büzüşür.
Jet-lag olayı nedir?
Bütün hayvanların vücutlarının, uyuma, vücut ısısı, üreme zamanı gibi
periyodik fonksiyonlarını kontrol eden biyolojik bir iç saatleri
vardır. Bu iç saatlerin çoğu, kendi fonksiyonları için kendi zaman
dilimlerinde çalışır, ancak ışık ve sıcaklık gibi dış etkenlerden de
etkilenir.
Eğer İstanbul'dan Newyork'a uçarsanız, sizin vücut saatiniz hala
İstanbul'a ayarlıdır. Örneğin İstanbul'dan saat 12:00'de havalanır, 8
saatlik bir uçuştan sonra Newyork'a varırsanız, vücut saatiniz
20:00'dedir ama Newyork saat 13:00'ü yaşamaktadır. Vücudunuzun saati
ortama göre 7 saat ileridedir. Karnınız acıkacak, biraz sonra uykunuz
gelecektir ama, akşam olmasına bile daha 7-8 saat vardır.
İşte bu olaya jet-lag denilir. 'Lag'in İngilizce'de anlamı geri kalma, gecikmedir. Bu durumda uçuştan sonra insanda yorgun-
80
luk duyulmakta, özellikle okuma, araba kullanma ve iş görüşmeleri gibi
konularda motivasyon ve konsantrasyon eksikliği görülmektedir.
Dünya dönüşünü 24 saatte tamamladığından, dünya yüzeyi kuzeyden güneye
her biri l saatlik 24 zaman bölgesine bölünmüştür. Örneğin İstanbul ile
Newyork arasında 7 zaman bölgesi vardır ve aynı anda İstanbul'da saat
14:00 iken, Newyork'ta sabah 07:00'dir.
NASA'ya göre insan vücudunun biyolojik saatinin her bir zaman
bölgesine, yani bir saatlik bir zaman değişimine alışması bir gün
almaktadır. Bu durumda İstanbul'dan NewYork'a gidince vücut kendini
ancak 7 gün sonra adapte edebilmektedir. Jet-lag olayı uçma mesafesine
değil, kaç zaman bölgesinden geçtiğinize bağlıdır. Aynı mesafe, aynı
zaman bölgesinde kuzey-gü-ney mesafesinde gidilince jet-lag olayı
görülmemektedir.
Jet-lag olayının doğuya doğru mu, yoksa batıya doğru mu seyahatte daha
çok görüldüğü tartışma konusudur. Şüphesiz bu insanların çoğunluğunun
yapısına ve yaşam düzeyine bağlıdır. Yapılan anketler sonucunda,
çoğunluğun doğuya doğru yapılan uçuşlarda daha çok rahatsız olduğu,
insanın vücut saatini hızlandırmada, yavaşlatmaya göre daha fazla
zorlandığı görülmektedir. Küçük çocukların pek etkilenmediği jet-lag
olayından en çok etkilenenler ise günlük yaşantısı düzenli ve rutin
işler yaparak yaşayanlardır. Uçaktaki havanın kuru olması, seyahat
süresince hareketin kısıtlı olması, içki içilmesi, yeterli sıvı içecek
alınamaması, farklı iklimde farklı yemekler, insanlarda jet-lag'a karşı
direnç kırıcı diğer etkenlerdir.
Aynı anne ve babanın çocukları neden farklı oluyor?
Çocukların oluşumunu anne ve babadan aldıkları kromozomlar
belirtiyorsa, her insanda bir set kromozom varsa ve de bu kromozomlar
zamanla değişmiyorsa, aynı anne ve babadan olan çocukların da
birbirinin aynı olması gerekmez mi? Üreme konusunda tabiat müthiş
şaşırtıcıdır. Tabiatta çocukların oluşumu ile ilgili özel bir sistem
dizayn edilmiştir.
Son yılların gözde konusu DNA ile ilgili olarak gazetelerde ve
dergilerde çizilen resimlerden belki dikkatinizi çekmiştir. Kadın veya
erkek olsun her insanın bir set kromozomu vardır ve her kromozom
birleştikleri zaman 'X' harfini oluşturan iki parçadan ibarettir. Bu
ikili DNA'nın birbirine sıkıca sarılmış iki koludur. Bir insanın
kromozomunun, bu iki yakasından biri anneden, diğeri de babasından
gelir. Ortadan 'X' şeklinde bağlı bu yeni kromozomun her iki yarısı da
komple bir gen setini taşır.
Sperm, yumurta ile birleşerek yeni bir insanın oluşumunu sağlar. Sperm
yeni bebeğin kromozomunun bir yarısını taşır, yumurta diğerini. Esas
soru şudur: Sperm ve yumurtadaki DNA nereden gelmektedir? Babadaki her
hücre, birbirinin tamamen aynı 'X' şeklindeki kromozomları taşır. Anne
için de bu aynıdır. Baba ile annenin kromozomları da kendi anne ve
babalarının kromozomlarından gelmiştir. Ama hangi yarısı gelmiştir?
İşte doğanın müthiş düzeninin ipucu da buradadır.
Babada sperm hücreleri oluşurken, kendi anne ve babasının
kromozomlarının birer yarısını rasgele, yani bir kurala bağlı olmadan
alır. Annenin yumurtalarında da aynı şey olunca, doğan her çocuk dört
kişinin, yani anneanne, babaanne ve her iki dedesinin (dolayısıyla
onların da ebeveynlerinin) genlerinin rasgele karıştırılmış şeklinden
oluşur ve her çocuk farklı fiziksel ve psikolojik özellikler gösterir.
Kanımız kırmızı iken damarlarımız neden mavi?
Yaşamımızın sürebilmesi için vücudumuzdaki her bir hücrenin oksijene
ihtiyacı vardır. Hücrelerimize oksijeni kanımız taşır. Kanımız oksijeni
havadan aldığımız nefesin sonucunda akciğerlerimizden alır ve
vücudumuzun her bir noktasına ulaştırır. Bu noktalarda oksijeni
hücrelere devreden kanımız, kalp tarafından emilerek tekrar oksijen
depolayabilmesi için akciğerlerimize pompalanır ve çevrim böyle devam
eder.
Kanımızın içinde oksijen moleküllerini tutup, damarlarda taşıyarak,
hedefe ulaşıldığında bırakan özel bir molekül vardır. Kırmızı kan
hücrelerini, yani alyuvarları çevreleyen ve aslında demir içeren bir
protein olan hemoglobin, oksijenle birleşerek bilinen parlak kan
rengini oluşturur.
Kanımız hücrelerde oksijeni terk edip, karbondioksiti alıp geri
dönerken yani toplardamarlarımızda iken rengi koyu kırmızı hatta biraz
mora yakındır. Damarlarımızın çeperleri ve kan hücreleri renksiz
olduklarından, kanın rengini veya renginin tonunu içinde oksijen olup
olmaması tayin eder.
Damarlarımızın mavi renkte görünmesi, vücudumuza gelen ışığın bir
kısmının derimizde emilmesi, bir kısmının da yansıtılması ile
ilgilidir. Derimizde mavi renk gibi yüksek enerjiye sahip dalga
boyundaki ışıklar daha çok yansıtılıp gözümüze geldiği için
damarlarımız mavi renkte görülür.
Vücudumuzda gördüğümüz damarların hemen hemen tümüne yakını daha koyu
renkli kanı taşıyan toplardamarlardır. Atardamarlarda kalp tarafından
pompalanan kanın vücudun her yerine süratle ulaşabilmesi için basınç
yüksektir. Toplardamarlarda ise kanın basıncı düşük, hızı da daha
yavaştır.
Herhangi bir atardamar kesildiğinde kan daha hızlı dışarı çıkar, kan
kaybı süratli ve çok olur. Hayati tehlike yaratır. Bu tehlikeye karşı
atardamarlarımız daha kalın çeperli yapılmış ve derimizin altında daha
derinlere yerleştirilmişlerdir. Bir kaza veya ameliyat olmadıkça
atardamarlarımızı pek göremezsiniz.
Bu nedenle derimizde gördüğümüz damarların çoğu, et kalınlığı az olduğu
için içindeki kanın rengini daha çok yansıtan ve deriye daha yakın olan
toplardamarlardır. Tabii ki bu durum toplardamarlar kesildiğinde kanın
koyu kırmızı veya mor renkte akacağı anlamına gelmez. Kesilme yerinden
akan kan derhal hava ile temas edip, ondaki zengin oksijeni alır ve
rengi yine bilinen kan rengine dönüşür.