Bir şiirin dizelerine uyanıyorum kasvetli bir sonbahar sabahında. Yıllarca tavan arasındaki çekmecenin içinde unutulmuş bir şiir gibi düşüyorsun aklıma. Yüreğimin derininden gelen bu fısıltıya kulak kesiliyorum. Belki bir şiir belki de fazlası. Bir anı defteri ya da bir mektup…
Yıllanmış, tozlanmış, küllenmiş… (öyle sanıyorum)
“…yolunu yitirmiş bir gezgin gibiydi ekim
Sürgünlere uğurladık kendimizi
Kalan mı bizdik, giden mi?
Bilinmezdi…”
Bir sahil kasabasındayım. Bütün sokaklar denize çıkıyor burada. Ben seni anlatıyorum karşıma dikilen yüzyıllık her tarihi dokuya. Yıkık duvarların sessiz tanıklığında geçmişin gölgelerinde kalan aşk kırıntılarımı arıyorum.
Bazen bir fotoğraf karesinde, bazen bir duvar yazısındaki şiirsellikte çıkıyorsun karşıma. Kimi zaman “özgürlük” diyorum bir martının kanat çırpışında. İmbata karışmış karanfil kokusu bu kentin en ücra köşelerini dolaşırken, soluğunu duyumsuyorum yeniden.
Ürperiyorum…
Sahi nasıl bir aşktı bizimki ya da aşk nasıl bir şeydi? Yine puslu bir güne uyandım bu sabah. Gökyüzü nerede başlıyor, deniz nerede bitiyor…? Hüzün bulutları kaplıyor göğ(s)ümü. Sağanak uzağımda değil, biliyorum. Bir balıkçı türkü söylüyor maviye tutkun yüreğiyle. Yüreğimi susturup, dinliyorum. Sis demetimi dağıtıyor, sanki içimi ışıtıyor.
O içli ses başka bir an’a da taşıyor beni. Hani ilk baş başa kaldığımızda, yanıma diz çöktüğün anda… Sevginin sesi (sesin) türküydü aramızda. Sen… Kim bilir, neredesin ve hangi zamanı yaşıyorsun şimdi? Çoğul zamanları tüketeli, biz’den taşınalı zamanlar geçti. Tekile dönmüş hayatlarımızda yeni başlangıçlar yaptık mı dersin bu süreçte? Yoksa asılı mı kaldık yüreklerimizde? Tutsak ama belki hâlâ tutkulu…
Şimdi uzun bir yolculuğa çıkmış gibi yürüyorum kumsalda. Sahilde volta atan ölgün dalgalar –hatırlıyorum dalgan çok güçlü çarpıyor derdin bana- ayak izlerimi siliyor bir çırpıda.
Benden bir iz bırakmıyorlar geriye. Sanki hiç yoktum gibi.
Oysa ben en çok senle vardım; hem hayatta hem hayatın tadına ve aşk’a… Ve yüreğinin benden çok uzaklarda attığı şimdiki zamanda yine seni düşünüyorum.
Seni ve o şiiri… Bir de aşk nasıl bir şeydi? Sanırım daha çok sen gibiydi. Şiir’seldi
Yıllanmış, tozlanmış, küllenmiş… (öyle sanıyorum)
“…yolunu yitirmiş bir gezgin gibiydi ekim
Sürgünlere uğurladık kendimizi
Kalan mı bizdik, giden mi?
Bilinmezdi…”
Bir sahil kasabasındayım. Bütün sokaklar denize çıkıyor burada. Ben seni anlatıyorum karşıma dikilen yüzyıllık her tarihi dokuya. Yıkık duvarların sessiz tanıklığında geçmişin gölgelerinde kalan aşk kırıntılarımı arıyorum.
Bazen bir fotoğraf karesinde, bazen bir duvar yazısındaki şiirsellikte çıkıyorsun karşıma. Kimi zaman “özgürlük” diyorum bir martının kanat çırpışında. İmbata karışmış karanfil kokusu bu kentin en ücra köşelerini dolaşırken, soluğunu duyumsuyorum yeniden.
Ürperiyorum…
Sahi nasıl bir aşktı bizimki ya da aşk nasıl bir şeydi? Yine puslu bir güne uyandım bu sabah. Gökyüzü nerede başlıyor, deniz nerede bitiyor…? Hüzün bulutları kaplıyor göğ(s)ümü. Sağanak uzağımda değil, biliyorum. Bir balıkçı türkü söylüyor maviye tutkun yüreğiyle. Yüreğimi susturup, dinliyorum. Sis demetimi dağıtıyor, sanki içimi ışıtıyor.
O içli ses başka bir an’a da taşıyor beni. Hani ilk baş başa kaldığımızda, yanıma diz çöktüğün anda… Sevginin sesi (sesin) türküydü aramızda. Sen… Kim bilir, neredesin ve hangi zamanı yaşıyorsun şimdi? Çoğul zamanları tüketeli, biz’den taşınalı zamanlar geçti. Tekile dönmüş hayatlarımızda yeni başlangıçlar yaptık mı dersin bu süreçte? Yoksa asılı mı kaldık yüreklerimizde? Tutsak ama belki hâlâ tutkulu…
Şimdi uzun bir yolculuğa çıkmış gibi yürüyorum kumsalda. Sahilde volta atan ölgün dalgalar –hatırlıyorum dalgan çok güçlü çarpıyor derdin bana- ayak izlerimi siliyor bir çırpıda.
Benden bir iz bırakmıyorlar geriye. Sanki hiç yoktum gibi.
Oysa ben en çok senle vardım; hem hayatta hem hayatın tadına ve aşk’a… Ve yüreğinin benden çok uzaklarda attığı şimdiki zamanda yine seni düşünüyorum.
Seni ve o şiiri… Bir de aşk nasıl bir şeydi? Sanırım daha çok sen gibiydi. Şiir’seldi