Yarın, yedi buçuk yaşındaki oğlunun doğum günüydü.
Baba, dünya tatlısı minik oğlu için ne yapması gerektiğini uzun uzun düşündü.
Önce, özene bezene bir mektup yazmaya karar verdi.
Sonra, “Ne özenmesi? Süslü cümleler aramaya ne gerek var? İçinden geleni yaz” dedi kendi kendine...
Günlük iş koşuşturması hafiflediğinde, işyerindeki çalışma masasının üstüne bembeyaz kağıdı koyup, kalemi eline aldı.
El yazısı ile mektup yazmayalı ne kadar çok zaman geçmiş diye düşündü.
“Canım gözbebeğim,
Kardeşin duymasın ama ilk kez bu özel gün için sana torpil yapacağım minik aslanım:
Seni daha çok özlüyorum!
Hani, o küçük kollarını ardına kadar açıp ‘Baba, seni işte bu kadar seviyorum’ demen gibi, ben de kollarımla dünyayı kucaklayacak kadar açmak isterim, ben de seni bu kadar seviyorum demek için...
Yaptığımız bilek güreşlerini özledim evlat...
Yo yo, inan ki sen daha güçlü olduğun için kazandın hep... Ben mahsustan sana yenilmedim!
Benim doğum günümde yaptığın fedakârlığı hatırlıyor musun yavrum?
Hani dedenin sana aldığı ve senin çok sevdiğin badem şekerini yememiş, ‘Babam gelince ona vereceğim’ deyip, uyuya kalmıştın.
Bu hareketinle bana bir iyilik yapmak yerine içimi acıttığını nereden bilecektin?
Ne çok planımız vardı birlikte... Maça gidecektik, memleketimize gidecektik, Hindistan’a gidecektik. Bir türlü olmadı.
...
Şimdi, senin doğum gününde hatırladığım şeye bakar mısın oğlum; bir gün, ‘Yine geç mi geleceksin baba?’ diye sorup, sonra o tatlı yüzüne yerleşen hüzünle, ‘Olsun, uyumayacağım, bekleyeceğim seni’ deyişin canlanıyor gözümün önünde...
Uyu bebeğim, uyu meleğim, sen uyu...
Çünkü yanına ne zaman geleceğimi ben de bilmiyorum.
Baban.”
Ertesi gün mektubu götürüp, birkaç damla gözyaşıyla toprağını ıslattığı sevgili oğlunun mezarına gömdü...
Baba, dünya tatlısı minik oğlu için ne yapması gerektiğini uzun uzun düşündü.
Önce, özene bezene bir mektup yazmaya karar verdi.
Sonra, “Ne özenmesi? Süslü cümleler aramaya ne gerek var? İçinden geleni yaz” dedi kendi kendine...
Günlük iş koşuşturması hafiflediğinde, işyerindeki çalışma masasının üstüne bembeyaz kağıdı koyup, kalemi eline aldı.
El yazısı ile mektup yazmayalı ne kadar çok zaman geçmiş diye düşündü.
“Canım gözbebeğim,
Kardeşin duymasın ama ilk kez bu özel gün için sana torpil yapacağım minik aslanım:
Seni daha çok özlüyorum!
Hani, o küçük kollarını ardına kadar açıp ‘Baba, seni işte bu kadar seviyorum’ demen gibi, ben de kollarımla dünyayı kucaklayacak kadar açmak isterim, ben de seni bu kadar seviyorum demek için...
Yaptığımız bilek güreşlerini özledim evlat...
Yo yo, inan ki sen daha güçlü olduğun için kazandın hep... Ben mahsustan sana yenilmedim!
Benim doğum günümde yaptığın fedakârlığı hatırlıyor musun yavrum?
Hani dedenin sana aldığı ve senin çok sevdiğin badem şekerini yememiş, ‘Babam gelince ona vereceğim’ deyip, uyuya kalmıştın.
Bu hareketinle bana bir iyilik yapmak yerine içimi acıttığını nereden bilecektin?
Ne çok planımız vardı birlikte... Maça gidecektik, memleketimize gidecektik, Hindistan’a gidecektik. Bir türlü olmadı.
...
Şimdi, senin doğum gününde hatırladığım şeye bakar mısın oğlum; bir gün, ‘Yine geç mi geleceksin baba?’ diye sorup, sonra o tatlı yüzüne yerleşen hüzünle, ‘Olsun, uyumayacağım, bekleyeceğim seni’ deyişin canlanıyor gözümün önünde...
Uyu bebeğim, uyu meleğim, sen uyu...
Çünkü yanına ne zaman geleceğimi ben de bilmiyorum.
Baban.”
Ertesi gün mektubu götürüp, birkaç damla gözyaşıyla toprağını ıslattığı sevgili oğlunun mezarına gömdü...