Dört yılı aşkın bir süre bu köyde öğretmenlik yaptığımdan dolayı, okullar tatil olduktan sonra da köye geldiğimde etrafta pek yadırganmadım. Köy, memleketimden kilometrelerce uzaktaydı. Herkes tatilini deniz kenarında ya da ailesiyle birlikte zamanını geçirirken ben, görev yaptığım köye döndüm.
Evim, köyün dışında sayılabilecek bir tepede ve köyü de kuşbakışı gören bir manzaraya sahipti. Karanlık basınca tek katlı, toprak damlı evlerin penceresinden dışarıya süzülen ışıklar bana ateş böceklerini andırırdı. Hafta sonları penceremin kenarına kahvaltı masamı kurar hayallere dalarak bazen köyü izlerdim. Kızların çeşme başına üşüştükleri zamanı izlemek en çok hoşuma gideniydi. Gene böylesi bir izleme anımda vurulmuştum ben ona. Çeşme başına onu görmek için adımlarımı hızlandırdım. Kim olduğunu sormasam ölürüm, sorsam öldürürler. Buralarda kimin kızıdır neyin nesidir sorulmaz. Namus belasına adamı vururlar. Hele, benim gibi dışarıdan gelen birisi için çok zor. Çocuklarını eğitmek için teslim etikleri öğretmenleriydim. Bu sevdayı dile getirmemek beni eritiyordu mum misali. Dibime, yüreğime akıtıyordum.
Yaşlı annesi, babası ve us züğürdü abisiyle beraber yaşıyordu. Sağlık ocağında görev yapan sağlık memuru arkadaşımla, soğuk bir kış gününde babası fenalaşınca tedavi etmeye gittiğimizde öğrendim. Adı Özlem’di.
Hafta sonu İsa amcanın kahvesinde köylülerle sohbet ederken muhtar içeri girdi, telaşlı ve tedirgin. Bana yönelerek;
“Hocam, Mustafa astsubay karakolda mıdır acaba?
“Evet, biz gelirken bahçede askerlere emirler veriyordu, selamlaştık, hayırdır.”
“Bizim hasta Mehmet Efendi’nin çocuklarından haber alamıyoruz. Dün geceden beri yoklar ortalıkta.”
Ben hemen heyecanlı, muhtardan daha tedirgin bir şekilde
“Özlem’de mi?” diye sordum.
O an ki merak duygularından, kimse benim aşırı tepkimi, tedirginliğimi anlamamış bir tek muhtar’ın fark ettiğini anladım.
“Evet, Özlem de yok ortalıkta” diyerek gözlerimin içine baktı Muhtar.
Köylü ahalisi ve Jandarma el ele vererek, dağ, bayır gidilebilecek tüm yerleri aramalarımıza rağmen tek bir ipucuna rastlayamadık. Bu arayışlar haftalarca sürdü. Ortadan kayboluşları köylü kadınların çeşme başı anlatımlarıyla efsaneleşerek gün be gün abartılarla anlatılıp duruldu.
Ben, uyuyamıyor geceleri gizlice arazide tek başıma dolaşıyor belki bir ipucu ya da bir mağarada rastlarım umuduyla deliler gibi aramaktayım. Böylesi bir gecede aramalarım sonuçsuz yorgun bir şekilde evime gidiyorken, muhtar beni bekliyormuş gibi önüme çıktı.
“Hayırdır hocam, bu saate ve her gece böyle dışarılarda gezinmen”
“Yok, uyku tutmadı.”
“ Sevda böyledir. Yaşayamadan kaybedersen uyku da tutmaz, veremli gibi gün be gün erirsinde”
“ Anlamadım!”
“Kaybolduklarını haber verdiğim gün, gözlerinde yavrusunu kaybetmiş ananın tedirginliğinin acısı vardı”
Sigara uzatarak
“Otur şöyle, biraz laflayalım beni de uyku tutmuyor zaten.” Dedi.
Beraber, ay ışığının altında sigarlarımızı nefeslerken, köyde gecenin sessizliğinden hasta babasının inlemeleri bize kadar ulaşmaktaydı. Sefil oğlundan çok, kızının hasretiyle daha da inlemekteydi. Zavallı adamcağız.
“Heder etme kendini. Biliyorsun ki asker bir yandan, köylü bir yandan sen her gece tek başına bir aydan fazladır etrafı arıyoruz, bulamadık.”
“Evet.”
“Kendini daha fazla yıpratma, vazgeç bu sevdadan. Bilirim, zordur bunu yapman ama başka sansın yok.”
Muhtarla vedalaşıp evime gittim. Uyumak adına dualar ettim. Ve uyudum.
Özlem’i unutmadım ama artık geceleri de çıkıp aramaktan vazgeçtim. Her gün yaşlı babasını sağlık memuru arkadaşımla beraber ziyaret eder, teselli ederek ve öğrencilerime sığınarak sevdamın ağır yükünü hafifleterek tatile girdik.
Görev yaptığım okul, şehir merkezine elli yedi kilometre uzaklıkta. Tek ulaşım imkânı sabahın köründe, ilçeye hareket eden minibüsle yapılmakta. Sabah namazında kahvede minibüsü bekliyordum. Muhtar masama oturarak;
“Hocam, üzülme artık, ben bir haber alırsam mutlaka seni ararım” diye kulağıma fısıldadı. Az da olsa ferahladım, mutlu oldum.
Çaresizlikler ya da acılar arasında kalınca, olmayacak umutları ya da dilekleri bir umut gibi aşılar kişi kendine. Ben de işte tam bu durumdaydım. Muhtarın bana bunu demesi o an için inanılmaz mutlu ve de umutlu kılmıştı beni. Helalleşip vedalaşarak ayrıldım.
Aradan iki hafta geçmişti, köyden ayrılalı. Sabah annem odama gelerek “oğlum telefon sana” uyandırarak uzattı bana.
Yarı uykulu;
“Efendim” dedim ve karşımdaki ses,
“Hocam ben muhtar, acil olarak köye gelmen gerek. Mehmet amca her an ölebilir, seni görmek istiyor.”
Yataktan fırlayarak toparlanmaya başladım. Ve ilk uçakla görev yaptığım İl’e doğru yola çıktım. İlçeye vardığımda ise köyün minibüsü hareket etmişti. Özel araç kiralayarak köye ulaştım.
Muhtarla, Mehmet amcanın evine gittik, Mehmet amca ölmek üzereydi. Ama yüzünde kızının hasretini andıran ne üzüntü ne de acılarını yansıtacak hiçbir belirti yoktu. Sanki mutlu bir ölümü bekliyordu. Bu haline şaşırdım. Diğer oda da yaşlı karısının “kızım, Özlem’im” diye haykırması şaşkınlığımı sildi bir anda. Muhtarın gözlerinin içine bakınca muhtar başını eğerek gözlerini kaçırdı benden. Bir an önce kalkıp muhtarla baş başa kalmak istiyordum. Mehmet amcanın elini tutup şifalar dileyerek odadan çıktım. Muhtarında gelmesini beklerken benimle gelmedi. Kahveye doğru yürümeye başladım.
Kahvede sedirde oturan köyün yaşlıları vardı. Onların yanına da orta yaşlı, ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konuştuklarını duyamıyordum ama yüzlerinde Mehmet amcanın ölüm anının dışında, hüzünlü bir şeyler vardı. Sanki benim duymamı istemedikleri konular konuşuyorlardı.
Tam bu sırada içeriye Mehmet amcanın oğlu girdi. Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken o girince herkes susmuştu.
Bir sandalyeye oturdu. Ona baktım. Önüne bakıyordu. Köylüler sakin, ciddi, adeta haindiler.
Genç adam ayak ayaküstüne atıyor, sonra ayağını değiştiriyor, bir türlü oturduğu yerde rahat edemiyordu. Kahvedeki sessizlik uzadıkça uzuyordu. Muhtar da ortalıkta görünmüyordu. Şaşırmıştım neler oluyordu bilmiyordum soramıyordum.
Tam o esnada Muhtar kapıdan göründü.
“Sizi çağırıyor”, dedi. Aklı yerinde ama sabaha çıkamayacak. Ara sıra fena dalıyor. Seni istedi Karahan Ağa. Senide Hacı Ahmet. İstersen sen de gel Hasan seni çok severdi.
Oturanlar ayağa kalktılar. Sandalyede ki oğlundan sanki gözlerini mahsus çeviriyorlardı. Önünden geçerlerken çocuk birden ayağa kalkarak önlerine dikildi.
“Babam, değil mi?” Dedi. “Ölüyor. Görmek istiyorum.”
Muhtar “ Senin baban değil o.”dedi
Çocuk bir şey demeden kapıya yöneldi.
Muhtar “Sakın eve gideyim deme. Kapıda halanın oğlu duruyor gebertir seni!”
Muhtar ve diğer üç kişi kahveden ayrıldılar. Çocukta düşündü. Bütün kararları uçmuştu beyninde. Yüzünde kararsız hatlar belirmişti. Oda arkalarından ama tersi istikamette uzaklaştı.
Ben:
“Nedir bu Allah aşkına? Dedim.
Bir zaman öylece yalnız kalakaldım.
Kapı açıldı. Muhtar içeriye girdi.
“Ruhunu teslim etti”, dedi. “Namussuz oğlu savuştu mu”?
Ayağa kalkarak;
“Muhtar Allah aşkına bana anlatacak mısın yoksa bende hemen şimdi burada öleceğim.”
“Namussuz oğlu kızı kötü yola sürüklemiş. Muhtemelen de miras için geri dönmüş.”
O an gözlerim karardı. Dünya etrafımda benimle ve tüm cisimlerle beraber topaç gibi dönmekteydi. Yere yığılmak üzereyken muhtar kollarımdan tutarak sandalyeye oturttu. Gözlerim uzaklar da bir şey arar gibi daldım. Aslında birkaç ev ötede ki Özlem’i düşünmekteydim.
Evim, köyün dışında sayılabilecek bir tepede ve köyü de kuşbakışı gören bir manzaraya sahipti. Karanlık basınca tek katlı, toprak damlı evlerin penceresinden dışarıya süzülen ışıklar bana ateş böceklerini andırırdı. Hafta sonları penceremin kenarına kahvaltı masamı kurar hayallere dalarak bazen köyü izlerdim. Kızların çeşme başına üşüştükleri zamanı izlemek en çok hoşuma gideniydi. Gene böylesi bir izleme anımda vurulmuştum ben ona. Çeşme başına onu görmek için adımlarımı hızlandırdım. Kim olduğunu sormasam ölürüm, sorsam öldürürler. Buralarda kimin kızıdır neyin nesidir sorulmaz. Namus belasına adamı vururlar. Hele, benim gibi dışarıdan gelen birisi için çok zor. Çocuklarını eğitmek için teslim etikleri öğretmenleriydim. Bu sevdayı dile getirmemek beni eritiyordu mum misali. Dibime, yüreğime akıtıyordum.
Yaşlı annesi, babası ve us züğürdü abisiyle beraber yaşıyordu. Sağlık ocağında görev yapan sağlık memuru arkadaşımla, soğuk bir kış gününde babası fenalaşınca tedavi etmeye gittiğimizde öğrendim. Adı Özlem’di.
Hafta sonu İsa amcanın kahvesinde köylülerle sohbet ederken muhtar içeri girdi, telaşlı ve tedirgin. Bana yönelerek;
“Hocam, Mustafa astsubay karakolda mıdır acaba?
“Evet, biz gelirken bahçede askerlere emirler veriyordu, selamlaştık, hayırdır.”
“Bizim hasta Mehmet Efendi’nin çocuklarından haber alamıyoruz. Dün geceden beri yoklar ortalıkta.”
Ben hemen heyecanlı, muhtardan daha tedirgin bir şekilde
“Özlem’de mi?” diye sordum.
O an ki merak duygularından, kimse benim aşırı tepkimi, tedirginliğimi anlamamış bir tek muhtar’ın fark ettiğini anladım.
“Evet, Özlem de yok ortalıkta” diyerek gözlerimin içine baktı Muhtar.
Köylü ahalisi ve Jandarma el ele vererek, dağ, bayır gidilebilecek tüm yerleri aramalarımıza rağmen tek bir ipucuna rastlayamadık. Bu arayışlar haftalarca sürdü. Ortadan kayboluşları köylü kadınların çeşme başı anlatımlarıyla efsaneleşerek gün be gün abartılarla anlatılıp duruldu.
Ben, uyuyamıyor geceleri gizlice arazide tek başıma dolaşıyor belki bir ipucu ya da bir mağarada rastlarım umuduyla deliler gibi aramaktayım. Böylesi bir gecede aramalarım sonuçsuz yorgun bir şekilde evime gidiyorken, muhtar beni bekliyormuş gibi önüme çıktı.
“Hayırdır hocam, bu saate ve her gece böyle dışarılarda gezinmen”
“Yok, uyku tutmadı.”
“ Sevda böyledir. Yaşayamadan kaybedersen uyku da tutmaz, veremli gibi gün be gün erirsinde”
“ Anlamadım!”
“Kaybolduklarını haber verdiğim gün, gözlerinde yavrusunu kaybetmiş ananın tedirginliğinin acısı vardı”
Sigara uzatarak
“Otur şöyle, biraz laflayalım beni de uyku tutmuyor zaten.” Dedi.
Beraber, ay ışığının altında sigarlarımızı nefeslerken, köyde gecenin sessizliğinden hasta babasının inlemeleri bize kadar ulaşmaktaydı. Sefil oğlundan çok, kızının hasretiyle daha da inlemekteydi. Zavallı adamcağız.
“Heder etme kendini. Biliyorsun ki asker bir yandan, köylü bir yandan sen her gece tek başına bir aydan fazladır etrafı arıyoruz, bulamadık.”
“Evet.”
“Kendini daha fazla yıpratma, vazgeç bu sevdadan. Bilirim, zordur bunu yapman ama başka sansın yok.”
Muhtarla vedalaşıp evime gittim. Uyumak adına dualar ettim. Ve uyudum.
Özlem’i unutmadım ama artık geceleri de çıkıp aramaktan vazgeçtim. Her gün yaşlı babasını sağlık memuru arkadaşımla beraber ziyaret eder, teselli ederek ve öğrencilerime sığınarak sevdamın ağır yükünü hafifleterek tatile girdik.
Görev yaptığım okul, şehir merkezine elli yedi kilometre uzaklıkta. Tek ulaşım imkânı sabahın köründe, ilçeye hareket eden minibüsle yapılmakta. Sabah namazında kahvede minibüsü bekliyordum. Muhtar masama oturarak;
“Hocam, üzülme artık, ben bir haber alırsam mutlaka seni ararım” diye kulağıma fısıldadı. Az da olsa ferahladım, mutlu oldum.
Çaresizlikler ya da acılar arasında kalınca, olmayacak umutları ya da dilekleri bir umut gibi aşılar kişi kendine. Ben de işte tam bu durumdaydım. Muhtarın bana bunu demesi o an için inanılmaz mutlu ve de umutlu kılmıştı beni. Helalleşip vedalaşarak ayrıldım.
Aradan iki hafta geçmişti, köyden ayrılalı. Sabah annem odama gelerek “oğlum telefon sana” uyandırarak uzattı bana.
Yarı uykulu;
“Efendim” dedim ve karşımdaki ses,
“Hocam ben muhtar, acil olarak köye gelmen gerek. Mehmet amca her an ölebilir, seni görmek istiyor.”
Yataktan fırlayarak toparlanmaya başladım. Ve ilk uçakla görev yaptığım İl’e doğru yola çıktım. İlçeye vardığımda ise köyün minibüsü hareket etmişti. Özel araç kiralayarak köye ulaştım.
Muhtarla, Mehmet amcanın evine gittik, Mehmet amca ölmek üzereydi. Ama yüzünde kızının hasretini andıran ne üzüntü ne de acılarını yansıtacak hiçbir belirti yoktu. Sanki mutlu bir ölümü bekliyordu. Bu haline şaşırdım. Diğer oda da yaşlı karısının “kızım, Özlem’im” diye haykırması şaşkınlığımı sildi bir anda. Muhtarın gözlerinin içine bakınca muhtar başını eğerek gözlerini kaçırdı benden. Bir an önce kalkıp muhtarla baş başa kalmak istiyordum. Mehmet amcanın elini tutup şifalar dileyerek odadan çıktım. Muhtarında gelmesini beklerken benimle gelmedi. Kahveye doğru yürümeye başladım.
Kahvede sedirde oturan köyün yaşlıları vardı. Onların yanına da orta yaşlı, ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konuştuklarını duyamıyordum ama yüzlerinde Mehmet amcanın ölüm anının dışında, hüzünlü bir şeyler vardı. Sanki benim duymamı istemedikleri konular konuşuyorlardı.
Tam bu sırada içeriye Mehmet amcanın oğlu girdi. Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken o girince herkes susmuştu.
Bir sandalyeye oturdu. Ona baktım. Önüne bakıyordu. Köylüler sakin, ciddi, adeta haindiler.
Genç adam ayak ayaküstüne atıyor, sonra ayağını değiştiriyor, bir türlü oturduğu yerde rahat edemiyordu. Kahvedeki sessizlik uzadıkça uzuyordu. Muhtar da ortalıkta görünmüyordu. Şaşırmıştım neler oluyordu bilmiyordum soramıyordum.
Tam o esnada Muhtar kapıdan göründü.
“Sizi çağırıyor”, dedi. Aklı yerinde ama sabaha çıkamayacak. Ara sıra fena dalıyor. Seni istedi Karahan Ağa. Senide Hacı Ahmet. İstersen sen de gel Hasan seni çok severdi.
Oturanlar ayağa kalktılar. Sandalyede ki oğlundan sanki gözlerini mahsus çeviriyorlardı. Önünden geçerlerken çocuk birden ayağa kalkarak önlerine dikildi.
“Babam, değil mi?” Dedi. “Ölüyor. Görmek istiyorum.”
Muhtar “ Senin baban değil o.”dedi
Çocuk bir şey demeden kapıya yöneldi.
Muhtar “Sakın eve gideyim deme. Kapıda halanın oğlu duruyor gebertir seni!”
Muhtar ve diğer üç kişi kahveden ayrıldılar. Çocukta düşündü. Bütün kararları uçmuştu beyninde. Yüzünde kararsız hatlar belirmişti. Oda arkalarından ama tersi istikamette uzaklaştı.
Ben:
“Nedir bu Allah aşkına? Dedim.
Bir zaman öylece yalnız kalakaldım.
Kapı açıldı. Muhtar içeriye girdi.
“Ruhunu teslim etti”, dedi. “Namussuz oğlu savuştu mu”?
Ayağa kalkarak;
“Muhtar Allah aşkına bana anlatacak mısın yoksa bende hemen şimdi burada öleceğim.”
“Namussuz oğlu kızı kötü yola sürüklemiş. Muhtemelen de miras için geri dönmüş.”
O an gözlerim karardı. Dünya etrafımda benimle ve tüm cisimlerle beraber topaç gibi dönmekteydi. Yere yığılmak üzereyken muhtar kollarımdan tutarak sandalyeye oturttu. Gözlerim uzaklar da bir şey arar gibi daldım. Aslında birkaç ev ötede ki Özlem’i düşünmekteydim.